top of page

Geçiciliğine Rağmen Hayatın Güzelliklerini Yaşayabilmek

İnsan, kayıpları karşısında acı çeker. Sevdiği birini, bir manzarayı, bir mevsimi, gençliğini ya da güzel bir anıyı geride bırakmak zorunda kaldığında, buna direnir. Yaşamın geçici olduğu bilgisi kimimiz için yaşamla hüzün dolu bir ilişki kurmamıza sebep olabiliyor. Güzelliğe duyduğumuz hayranlığa gölge düşürebiliyor. Bazen bir manzaraya bakarken, bir sanat eserine hayran olurken ya da bir sevgiliye bağlanırken, sadece güzelliğini deneyimleyemez aynı zamanda onun zaten geçici bir deneyim olmasına karşın derin bir hüzün yaşayabiliyoruz. Yaşanılan güzellikler elimizden kayıp gitmesin isterken, onları sıkıca tutup bırakmamaya çalışıyoruz.

Geçiciliğe rağmen güzellikleri deneyimleyememek, yaşama, bir insana, bağ kurabileceğimizi bir nesneye duyulabilecek sevgide kişiyi kontrollü olmaya götürebiliyor. Kalıcı olmayanla, uzun süre var olmayacak olanla kurulacak her bağ tehlike içeren deneyimler demek oluyor. Oysa durum aslında tam tersidir – geçicilik bir şeyin değerini azaltmaz, bilakis arttıracak bir gerçektir-. Tıpkı kısa süren gün batımının, sonsuza dek sabit duran bir gökyüzünden daha kıymetli olması gibi, sevdiğimiz şeylerin varlık süresinin sınırlı olması, onlara duyduğumuz ilgiyi de derinleştirecek güçtedir. Ölümlü olduğumuz gerçeği yaşamaya dair arzumuzu perçinler. Sevdiklerimizden ve deneyimlerimizden ayrılacağımızı bilmek onlarla daha derin ilişkiler kurmaya ve daha fazla tadını çıkarmaya çabalayacak gücü verir bize. Nitekim bir şeyi orada tüm benliğimizle var olarak gerçekten deneyimleyebildiğimizde de, -o deneyim içimize işlediğinde- onu kaybetmekten o kadar da korkmayız.

Yaşamın Geçiciliği Neden Kabullenemeyiz?

Güzelliklerin yitip gitmesine karşı geliştirilen endişenin sebebi,  kaybedilenlerin tamamen yok olduğuna yönelik geliştirilen inançla ilgilidir. Yani sevilen birinin fiziksel kaybı, yaşanılan güzel bir anın geçip gitmesi onu ruhsal olarak da kaybetmeye eşdeğerdir. Bir annenin gözden kaybolmasını onun yok olduğunu zanneden bir çocuğun kaygısıyla, yaşamında hiçbir şeyi kaybetmemek için direnen yetişkinin hüzün dolu çabası da çok benzerdir aslında. Daha bilimsel bir tanımlama ile Nesne Sürekliliğini kazanamamış bir ruhsallık, kaybolan her şeyin tamamen yok olduğuna inanabilir. Kopuk ve güvensiz ayrılıkları tekrar tekrar yaşamış kişiler, gidenin geri döneceğine dair güvenlerini kaybedebilirler. Böylece fiziksel olarak kaybettiklerinin temsillerini ruhsallıklarında taşıyamazlar. Onlarla birlikte yaşanmış olan güzellikler, anılar ve duygular da kayıpla birlikte yok olmak üzeredir. Bu yüzden ayrılıklar, uzaklaşmalar çok endişe vericidir ve sevilen nesneden ayrılmamak için kaybedilen nesneye adeta ruhsal dünyada yapışılır. Bu sebeple kayıptan sonra yeni bir deneyimle veya nesneyle ilişki kurulamaz hale gelir (S.Freud, Yas ve Melankoli, 1917).

Oysa bir insanı, bir anıyı ya da bir güzelliği gerçekten kaybetmek, onları içimizde de kaybetmek anlamına gelmez. Ruhsallığımız, kaybettiklerimizin temsillerini içinde taşımaya devam edebilir. Kayıplarla yeni bir biçimde ilişki kurmak mümkün olduğunda, bağ kurmak da korkutucu bir deneyim olmaktan çıkar. Ancak güzelliğin geçiciliğine, kaybın getirdiği acıya dayanabilmek için insanın güvene ve bir parça da olsa umuda ihtiyacı vardır. Yaşamın yalnızca acı getirdiğine değil, aynı zamanda yeniden güzellikler getirebileceğine; kayıpların, yoklukların, sonların ardından yeni başlangıçların filizlenebileceğine dair umuda. Çünkü kaybettiklerimizin ardından bir boşluk kalır, evet, ama bazen o boşluk yeni anlamların yeşermesi için bir alan açabilecektir. Ve kaybedilenin ardından yaşanılacak yeni deneyim, inşa edilecek anlam bir önceki deneyimi de yok etmeyecektir.

İnsan bazen bir şeyi kaybetme ihtimalini o kadar acı verici bulur ki, onun tadını hiç almamayı seçebilir. Oysa kayıptan kaçınmak için yaşanabilecek her şeyden kaçınmak, acıdan korunmayı değil, hayattan eksilmeyi getirir. Freud’un işaret ettiği gibi, ölüm, güzelliklerin değerini azaltan değil, onları anlamlandıran bir gerçektir. Eğer her şey sonsuz olsaydı, hiçbir şeyin anlamı olmazdı. Bir şeyin değeri, onun kalıcılığından değil, ona yüklediğimiz anlamdan gelir. Sevdiğimiz şeyleri kaybetsek bile, onlar bize verdikleri duygularla var olmaya devam ederler. Ve insan, geçmişi içinde taşıyabildiği sürece, hiçbir güzellik tam anlamıyla yok olmaz.

Tüm bunları Freud’dan bir alıntı ile zengileştirmek isterim; “Doğanın güzelliği söz konusu olduğunda, kış tarafından her yok edilişinde ertesi yıl yeniden gelir, böylelikle yaşamlarımızın uzunluğuyla bağlantılı olarak bakıldığında sonsuz olarak değerlendirilebilir. İnsan bedeninin ve yüzünün güzelliği kendi yaşamlarımızın akışı içinde durmadan solar ama yavaş yavaş yok olmaları onlara yalnızca yeni bir çekicilik verir. Yalnızca tek bir gece için çiçek açan bir bitki bu nedenle bize daha az güzel görünmez. Ayrıca bir sanat eserinin ya da entelektüel bir başarının güzelliği ve mükemmelliğinin zamansal kısıtlılık yüzünden neden değerini yitirmesi gerektiğini de daha iyi anlamış değilim. Bugün hayran olduğumuz resim ve heykellerin toza dönüşeceği bir gün gerçekten gelebilir ya da bizi şairlerimizin ve düşünürlerimizin çalışmalarını artık anlamayan bir insan ırkı izleyebilir ya da dünya üzerindeki tüm canlı yaşamın son bulduğu jeolojik bir çağ bile gelebilir, ama bu güzelliğin ve mükemmelliğin değeri yalnızca onun bizim duygusal yaşamlarımızdaki önemiyle belirlendiğinden bizden daha dayanıklı olması gerekmez ve dolayısıyla mutlak dayanıklılıktan bağımsızdır”.

İnsan Gelişiminde Nesne Sürekliliği

Yukarıda da belirttiğim üzere yaşamın mutlak gerçeği olan “Geçiciliği” kabullenememek ise nesne sürekliliği kazanımının olmayışı ile ilgilidir. Bu sebeple bu yazı kapsamında nesne sürekliliği kavramına ve psikoterapinin etkisine yer vermek önemli olacaktır. Donald Winnicott tarafından önemli açıklamalara desteklenen nesne sürekliliği en özet hali ile, çocuğun bakım verenini yalnızca fiziksel varlığıyla değil, zihinsel bir imge olarak da taşıyabilmesi anlamına gelir. Bebek, annenin yokluğunun onun varlığının sona erdiği anlamına gelmediğini, geri döneceğini sezinlediğinde, artık onun yalnızca dış dünyada değil, iç dünyasında da yaşamaya devam ettiğini deneyimleyebiliyorsa nesne sürekliliği kazanmış olduğunu anlayabiliriz. Ancak bu içsel güvenin inşası bebeğin tek başına yapabileceği bir şey değildir, bu bakım verenin tutarlılığına ve öngörülebilirliğine bağlıdır. Ani kopuşlar, anlaşılmaz ve zamansız ayrılıklar ya da ebeveynin istikrarsız varlığı, çocuğun bu sürekliliği kurmasını sekteye uğratır; böylece dünya, kaybolan ve geri gelmeyen figürlerle dolu, güvensiz bir yer haline gelir.

Anne ya da bebeğin bağımlı olduğu bir başka kişinin yokluğunda bebekte hemen bir değişiklik olmaz, çünkü bebegin annesine dair bir anısı, bir zihinsel imgesi ya da bir içsel temsili vardır, ki bu belli bir süre varlığını sürdürür. Eğer anne dakikalar, saatler veya günlerle ölçülen belli bir süreden fazla uzakta kalırsa, o zaman anısı ya da içsel temsili solup gider. Bu arada geçiş olguları yavaş yavaş anlamsızlaşır ve bebek onları yaşayamayacak hale gelir..” -Winnicott

Bu sebeple zihinsel olarak yaşamın ilk 2 yılında gerçekleşen nesne sürekliliğine karşı bakım verenlerin duyarlı olmasının önemi büyüktür. Bebeğin kaldırabileceğinden ve anlamlandırabileceğinden fazla yaşayacağı ayrılık ve kopuşlar kaygılı, kayıplara karşı tolerans geliştiremeyecek bir yetişkinin habercisidir.

Nesne Sürekliliği Kazanımında Psikoterapinin Etkisi

Psikanalitik psikoterapi sürecinin amacı kişilik gelişimi aşamalarında sekteye uğramış ruhsallığın onarılmasına yönelik olduğu için  nesne sürekliliği kazanımını da yetişkinlikte de mümkün kılabilecek etkiye sahiptir. Bireyin ilişkisel deneyimlerini yeniden şekillendirebileceği, içsel nesne sürekliliğini güçlendirebileceği bir alandır.

Psikoterapi sürecinde seansların düzenli olması, terapistin öngörülebilir ve güvenilir olması bireyin tutarlı bir içsel nesne inşa etmesini mümkün kılar. Terapide güvenli çerçevede yaşanacak olan tekrar tekrar ayrılık ve buluşma döngüsü sayesinde birey bir süre sonra ayrılıktan sonra kavuşmanın geleceğine, fiziksel uzaklıkta da ruhsal temsil ile ilişkinin sürdürülebileceğini deneyimler. Böylece kopuşlar ve ayrılıklar yerini sükunetli ve güvende hisseden bir ruhsallığa bırakabilir.

Terapist, güvenilirliliği ve tutarlılığı ile, danışanın duygusal dünyasında sabitliği olan ve kaybolmayan bir referans noktası oluşturur. Başlangıçta yalnızca seanslarda hissedilen bu güvenli bağ, zamanla içselleşerek danışanın ruhsallığında da yer edinmeye başlar. Kişinin yalnızlık ve kaygıyla baş etme kapasitesini artırır. Böylece birey, ilişkilerin sürekliliğini deneyimleyerek, fiziksel ayrılığın, yokluğun varlığı ortadan kaldırmadığını, bağların kopmayabileceğini ve sürmeye devam edebildiğini deneyimleyerek özümser.

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Sosyal Anksiyete Bozukluğu

SPESİFİK VE GENELLEŞTİRİLMİŞ SOSYAL ANKSİYETE NEDİR? Spesifik sosyal anksiyete, örneğin kalabalık gruplar önünde konuşmaktan korkma...

 
 
 

Comments


bottom of page